Beyaz Zambaklar Ülkesinde - Grigory Petrov
Beyaz Zambaklar Ülkesi, bataklıklarla dolu , halkı bu bataklıklar içinde yavaş yavaş batan Finlandiya’dır aslında. Kitap bir milletin ne güçlüklerle tüm doğal kaynaklardan yoksun bir ülkeyi saf emek ile uygar bir topluma dönüşümünün esaslarını aktarıyor bize.
Finlandiya coğrafi konumu gereği büyük güçler arasında sıkışmış bir beyaz zambaktır gerçekten. Ülkenin parlak geleceğinin önünde duran ilk engel İsveç idi. 1323 Nöteborg Antlaşması’ndan sonra Finlandiya bölgesinin büyük bir bölümü İsveç’in bir parçası oldu.. Finlandiya İsveç’in doğuya olan tampon bölgesiydi ve farklı savaşlar sonucu birçok kez hudutları değişmiştir. Finliler kendilerini batı Avrupalı olarak görmektedirler, çünkü İsveç egemenliğinin bir parçası olmak Finlileri sıkı bir şekilde batı kültürüne bağlamıştır. Rusya, Finlandiya bölgesini 1808-1809 senelerinde İsveç’ten fethetti. Rusya Çarı 1. Aleksander Finlandiya’ya Büyük Dükalık verdi. İsveç egemenliği altındayken konulan yasaların birçoğu yürürlükte kaldı. Finlandiya, Rusya egemenliği altında çarın emirleriyle geliştirilen özel bir bölgeye dönüştü.
İşte hikaye buradan sonra değişmeye başlıyor Finlandiya için. Bu hikayenin ana kahramanı olarak Johan Vilhelm Snellman’ı seçiyor yazarımız. Burada bir uyarıda bulunmak gerekiyor kitapta aktarılan Snellman gerçekte olduğundan daha agresif, tüm ülkeyi saran aydınlanma alevini püskürten ana figür olarak ele alınmış. Snellman kitap içinde bir çok noktada karşımıza çıkıyor. Bu noktalar işte kitabın değer kazanmasını sağlayan, sadece Finlandıya bazında değil tüm uygarlaşma sancısı çeken ülkelerin uyması gereken evrensel kalıpların ortaya çıktığı anlar oluyor. Her ne kadar güçlü bir anlatım ve akış sağlansa da tarihsel gerçeklik açısından kopukluklar yaratıyor bu durum.
Aslında bu kitap bir tarih kitabı değil, bir ülke nasıl olur da bataklıklar içerisinde kurulmuş coğrafyasından herkesin tok olduğu, kendini milletinin sıfatıyla çağırılmanın gurur verici olduğu duruma dönüşümün kılavuzu aslında.
Kitap sadece sosyolojik olarak değil aslında insani düzeyde de bir çok iletim barındıryor. Merceği daraltıp aynı bölgede yaşayan, aynı şartlarlar altında nasıl iki Fin biri tatlı kralı Yukka Yarvinen basit bir kurabiye satıcısından nasıl olur da tüm avrupaya tatlı satmaya başladı, öbür yanda katil Karokep adaletsizliğe nasıl baş kaldırdı ve kefaretini nasıl ödedi toplumdaki farklılaşmayı ve dönüşümü akış içerisinde doğallıklarıyla okuyucuya sağlam bir kontrastla yansıtılmış.
Köylüler adlı bölümde yazar içler acısı bir durumda gösteriyor taşra halkını. Burada görev yapan bir doktorun gözünden sefaleti ve açlığı gösteriyor. Bu kısımda tasvir edilen ülke bataklıklar ülkesi tabirini tam olarak yerine oturtuyor. Lakin tabii kitap içinde bu durumlar, ülkenin problemleri, birkaç sayfa içinde çözüme ulaşıyor. Daha önce bahsettiğim gibi kitabın ruhu kitabın içeriğinden daha önemli bu noktada. Uygarlığa giden yolun ruhani klavuzu aslında.
Ardındna İsveçli bir papaz olan Mcdonald’ın kitabını anlatıyor yazarımız. Genel olarak ülkenin dini bütünlüğü, pazaplar ve halkın arasındaki kopukluk dikkate çekilirken, beni asıl etkileyen bu bölümde iyi ve kötü ruh adlı iki karakterin çatışması çok etkiledi. Karşılıklı tartışan iki ruh insanlık tarihinin özetini çok güzel çiziyorlar. İyi ruh hareketin kıvılcımıyla sonsuz ateşler yakarak uygarlığı aydınlatırken kötü ruh bıkmadan usanmadan tüm gücüyle üfleyip söndürmeye çalışır bu ateşleri lakin her söndürdüğünde iyi ruh daha fazla ateş yakar. Hayat gerçekten ister ülke bazında ister birey bazında olsun böyle idame eder. Yanarız ve söneriz, ülkeler düşer ve yükselir. Lakin her seferinde uygarlığın ateşini yeniden yakmayı bilmeliyiz ve en gür ateş emekle yakılan ateştir.