Bu ülkenin susturulmuş kahramanları onlar; bir çıkmaz sokakta, metruk binalar gibi birbirlerine yaslanmış, yalnızlıkları ve kederleriyle, kendi araflarında yaşıyorlar: insan oluşundan usanıp ağaç olmayı düşleyen Lerna Hanım, gölgesinden bile korkan Emine, Emine’nin kızı Çilem, eskiden meydanlarda taşıdığı pankartı salonunun duvarına çivileyen Rüstem, Kumru bakkalın sahibi deli-güzel Ayhan, kadın adam Sofie, balıkçı eskisi Rızvan Efendi ve üç öğün hikâye yazan Adalet Teyze... Bir de o kaybolmuş kadın var... başında uçuşan iki kuzgunla, bambaşka bir ölümden çıkıp kınında bir çığlıkla çıkmaz sokağa gelen kadın... Selvi. Susan, sustukça anlatan, anlattıran.
Geliyordu işte sokağı dilsizliğiyle dillendiren suskun Selvi.
Bir kaybolup iki kaybeden, gözleriyle dillendiren tarihi ve sindirmeye çalışan kimsesizliğini... Bekleyen Selvi. Gitmelerin ardından ağır kalışlarının inadına bekleyen Selvi. Deli güzel Ayhan gibi Selvi. Lerna Hanım, Rüstem gibi Selvi. Ağır adımlarla ilerliyor elinde poşetler, poşetlerin içinde; iki saksı sardunya, yarım kilo kuru kayısı ve mahleple ağır ağır adımlıyor geçmişini.
O böyle kendine ağır gelen kendiyle yürürken çıkmaz sokağa doğru, metruk binanın Küçük Kuzgun’u, Büyük Kuzgun’a “Adalet’i mi bekliyor?” diye soruyor.
Susuyor Büyük Kuzgun, susuyor servilerin yaprakları.
Susuyor dünya, susuyor Selvi.
Susmasa kopar mı kıyamet Selvi’nin dudaklarında?
(Tanıtım Bülteninden)