Dostoyevski, insan bilinçlerindeki, ruhundaki tepkileri, dayanma kapasitelerini, hayat karşısındaki dirençlerini gözlemlemek için karakterlerini en uç durumlarda, âdeta uçurumun kenarındaki bir konumda ele alır. İnsanın tüm potansiyelleri böyle durumlarda harekete geçebildiği gibi, gerçek yüzü de ancak bu şekilde anlaşılabilir. Bedenin tüm sinir uçları uyarıldığı zaman, kişi kanıksamış olduğu 'benim' dediği alışkanlıklarından, duygularından uyanır, başka bir boyuta geçtiğinin, âdeta doğayla, kâinatla birlikte nefes aldığının, titreştiğinin farkına varır. O yalnız değildir.
Derin bir hayâl kırıklığı, çaresizlik ve ruh çöküntüsü içinde kendi idealine ve ailesinin onunla ilgili beklentilerine yaraşan biri olmadığının bilincine varan Raskolnikov da yalnız değildir. Gerçi çılgınlığa varan bir yalnızlık içinde, küçücük tavan arasında hayatla, dünyayla ilgili büyük büyük fikirler, diğer yandan da en sefil, bencilce düşler kurarken, sayıklarken görmüyor değiliz onu. Ama gene de akıl almaz bir şekilde işlenen cinayetlerin ardından Svidrigaylov'lar, Lujin'ler, kendi ailesi, Sonya ve diğerleriyle birlikte, bu zengin karakterler örgüsü içindeki onu, ilişkilerini, gerilimlerini, çatışmalarını okuduğumuzda, büyük yapının bir parçası olarak insan ruhunun birliği hakkında, derin mi derin karanlığı hakkında zihin açıcı ipuçlarına ulaşıyoruz.
"Hayatın anlamından çok, hayatın kendisini sevmek gerekir." Sevgiyi öğrenebilmek için de ancak ötekilerin selameti için kendini feda etme, adama düşüncesini uyardıkları zaman geleceğin anlam kazandığını bilen ruhlar olmak… böylece yeniden dirilmiş ve değişmiş olarak hayata yeniden başlarlar. Burada Raskolnikov ve Sonya ile, diğer romanlarında başka ölümsüz karakterlerle bu düşüncesini ısrarla işleyen Dostoyevski belki de bu yüzden dünyanın en sevilen romancısı…
(Tanıtım Bülteninden)