Bir tübekte izledim zalimlerin dünyasını. Hayatın eş anlamlısı dedikleri bedenlerin mücevherlerine, o gün başladı hayranlığım.
Duvarları olmayan evlerde geçirdiğim öğleden sonralarını toplayıp saklardım sayfaların arasında. Toprağın beline tutunup, yokuşları inen akarsular gibi süzüldüm bir kadının teninde. Kendi ördüğü ağında sallanan bir örümcek gibi sallandım aşağıya sarkıtılan ipte. Kulağa hoş gelen bir kuşku balosunda, elinden tuttum çirkinliğin.
Benim için bir ıslık çalabilir misin? Hatırlanması imkânsız sanılan, buz tutan pencerelerin ardında kalan gençlik, yokluğumun yerine bir çiçek koyabilir misin? İşte oldu. Gözyaşıyla sürülmüş zehirli topraklar şapkasını çıkarıp attı. Bir erkek ya da kadın, uykusuna daldı huzur zannettiği evliliğin. Oysa yaşamın kendisidir yalnızlık diye karalanan serbestlik. Sen söyle tutsaklığın sultanı, hangi derinliğe kurdun sofranı? Süpür yüreğinden keçesi eskimiş saltanatını. Çırılçıplak uzan yine bir ressamın tablosuna. Şiirden sürülen soylular gibi dokun sen de sanatıma.
Çocuk olmaktan utanan bir bilinçle, aşağı ya da yukarı çekilen su kovaları var, düşlerimde açığa çıkan. Ve bir de bacağı kesilen o yakışıklı şair üflüyor dumanı, ağaç yapraklarına. Gelmedi hiç. Ne tufandan sonra ne de yaz budalası gibi dehşete düşüren bir şiir.
Kat kat giyilen elbiseler gibi, neyi içimde saklayacağım, başkalarına göstermediğim ama herkesin bildiği rengi? Hangisinin sahibi olmak istersin diye sordular. Koşmaya başlamadan önce, atılan yavaş adımların mı, yoksa bir yarış atı gibi dörtnala giden zamanın mı?
Gece güvercini uçunca, bana geçti bu yıpranmış hastalık. Dilimde bir sıyrıkla, benim dedim bu çığlık. Müzik aletleri bize yalan söyleyebilseydi ya da öten kuşların cıvıltıları çıkarabilseydi saplandığı etten kılıcı, onlar da katılırdı bu kötülük kervanına.
Bu fikirle geldim buraya, bir bilgenin sakalının arkasına saklanınca yaptım hayalî dansımı. Hesap günü geldi. Açıldı kuşkucuların çantası ve içinden taş ocaklarının kara elmasları çıktı.
(Tanıtım Bülteninden)