Arkadaşını Davet Et


Mesnevi Şerif, Tam Metin, Mevlana Celaleddin Rumi

Mesnevi Şerif, Tam Metin, Mevlana Celaleddin Rumi (003424)

0.0
Fournisseur : Minber
Point de monnaie : 100
Taux d`actualisation : %56 Réduction
TVA Inclus : $55.04
Réduit : $24.22
TVA Inclus : $24.22
Code-barres : 9786055573072
KÜ-8
Dini Kitaplar
Kitap Mesnevi-i Şerif, Tam Metin
Yazar Mevlana Celaleddin-i Rumi
Yayınevi Sağlam yayınevi
Yayına Hazırlayan Ramazan Altınok
Kağıt - Cilt 2.Hamur kağıt, Ciltli
Sayfa - Ebat 880 sayfa, 17x24 cm
Yayın Yılı 2015
ISBN 9786055573072



Bu kitabı kredi kartı, banka havalesi, posta çeki veya kapıda nakit ödeme ile satın alabilirsiniz. Tüm banka kredi kartları geçerlidir.

Sağlam yayınları Mesnevi-i Şerif, Tam Metin kitabını incelemektesiniz.
Tam Metin Mesnevi Şerif, kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.

Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2

MESNEVİ

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin tasavvuf anlayışını içeren İslâm kültürünün en önemli eserlerinden biri.


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin altı cilt (defter) ve yaklaşık 25.700 beyitten mey­dana gelen Farsça eserine Mesnevi adını vermesi, onun öncelikle kitabın nazım şekline dayanarak bir isimlendirmede bulunduğunu göstermektedir. Mesnevi sarihleri, eserin "bir şeyi ikiye katlamak, çift yapmak" anlamlarına gelen adının, şeklinin yanı sıra mâna ve muhtevasına da işaret ettiğini, birbiriyle mütekabil dâhî isimlerin mazharları olmaları itibariyle şehâdet alemindeki bütün varlıkların (suret-mâna, varlık-yokluk, gayb-şehâdet, ışık-karanlık gibi) çift çift veya ikili zıtlar halinde zuhur ettiğini, Mesnevî 'nin şehâdet alemindeki eşya türlerinin hakikatlerine, duyulur şeylerden (mahsûsât) akledilen şeylere (ma'külat) kadar bütün çift ve zıt varlıkların hallerine dair bir kitap olmasından dolayı Mevlânâ'nın esere bu adı verdiğini ileri sürmüşlerdir (Ankaravî, Mecmûatü'l-Letâif I, 3). Sarihlere göre Mesnevi adı, hem kitabın şekline (suret) hem muhtevasına (mâna) delâlet etmektedir. Mevlânâ eserine ayrıca Keşşâfü'l-Kur'an, Fıkh-ı Ekber, Şaykalü'l-Ervâh ve Hüsâmînâme gibi isimler vermiş, sarihler bu isimlerin Mesnevî'nin özelliklerini yansıtan nitelemeler olduğunu belirtmişlerdir.

Kitabın Mesnevi adıyla yaygınlık kazanmasından sonra kelimenin geçtiği yerlerde çağrıştırdığı şey klasik şiirin mesnevi nazım şekli değü Mevlânâ'nın Mesnevî'si olmuş­tur. Mevlânâ'nın seyr-ü sülükte bulunanlar için irşad kitabı olarak tanıttığı Mesnevi bir metnin insan ve toplumu nasıl dönüştürebileceğine örnek teşkil eder. Abdurrahman-ı Câmî'nin Mevlânâ için söylediği, "Peygamber değil; fakat kitabı vardır!" sözü Mes­nevî'nin bu fonksiyonuna işaret etmektedir. Tasavvufun bütün konularının didaktik bir üslûpla ele alan eser zengin bir şerh geleneğine de zemin hazırlamıştır.

Ahmed Eflâkî'nin anlattığına göre Mevlânâ'nın kâtibi ve ilk halifesi Hüsâmeddin Çelebi, Mevlânâ'ya Divân'daki gazellerin epeyce bir yekûn tuttuğunu, dostların Senâî ve Feridüddin Attâri zevkle okuduklarını söyleyerek müridlerin irşadı için Hakim Senâî'nin Hadikatü 'l-Hakika 'sı gibi mesnevi tarzında ve Feridüddin Attâr'ın Mantıku 't-Tayr'ı vezninde marifet sırları ve sülük konularında mesnevi türüne yönelmesini rica etmiş, Mevlânâ da, "Bu fikir sizin kalbinize gelmeden önce gayb âleminden bu manzum kitabın telifi kalbime ilham olundu." diyerek Mesnevî'nin, "Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned" mısraıyla başlayan ilk onsekiz beytini sarığının içinden çıkarıp Hüsâmeddin Çelebi'ye uzatmış, eserin kaleme alınma süreci bu olayın ardından başlamıştır (Ariflerin Menkıbeleri, II, 326).

Mesnevi’nin ne zaman yazılmaya başlandığı konusunda kesin bilgi bulunmamakta­dır. Mevlânâ sadece II. cildin yazımına 662 Receb'inin 15. gününden (13 Mayıs 1264) iti­baren devam ettiğini ve I. cildin bitmesinden sonra yazılmasının bir süre durakladığını bildirir (Mesnevi, II, beyit 6-7). Eflâkî, bu duraklamanın Hüsâmeddin Çelebi'nin hanımı­nın ölümü üzerine yeniden evlenmesi sebebiyle olduğunu ve iki yıl sürdüğünü kaydeder (Ariflerin Menkıbeleri, II, 329). Sahih Ahmed Dede, 1. cildde 659 Cemâziyelâhirinde (Mayıs 1261) başlandığına, bu sırada Mevlânâ'nın elli beş, Hüsâmeddin Çelebi'nin otuz yedi yaşında olduğuna dair bir rivayet aktarmaktadır (Mevlevîlerin Tarihi, s. 181). Abdülba­ki Gölpınarlı, Mesnevî'nin 1. cildinin sonlarındaki beyitlere dayanarak eserin bu cildinin 656'da (1258) Abbasî halifeliğinin ortadan kalkmasından önce tamamlanmış olabileceğini ve 1. cild ile II. cilt arasındaki duraklama süresinin de altı yıl olması gerektiğini belirtir (Mesnevi, I, 358). Bedîüzzaman Fürûzanfer, I. cildin 657-660 (1259-1262) yılları arasında yazıldığını ileri sürerek Eflâkî'nin rivayetini benimser (Mevlânâ Celâleddin, s. 212). Farklı rivayetler değerlendirildiğinde Mesnevî'nin I. cildinin 1258-1261 arasındaki bir tarihte yazılmaya başlanıp 1263 veya 1264 yılında tamamlandığı söylenebilir (Lewis, s. 304). Diğer beş cilt ise ara verilmeden telif edilmiştir. Eflâkî ve Feridun Si­pehsâlâr bu konuda herhangi bir tarih belirtmemekte, Sahih Ahmed Dede ise her cildin bitiş tarihini vererek (I. cilt 659 [1261], II. cüt 663 [1265], III. cilt 664 [1266], IV. cdt 664, V. cdt 665 [1267], VI. cdt 666 [1268] eserin 666'da [1268] tamamlandığını kaydet­mektedir. Bedîüzzaman Fürûzanfer, Sahih Ahmed Dede'nin bu rivayetini doğru kabul eder. (Mevlânâ Celâleddin, s. 213). Farklı tarihler dikkate alınarak Mesnevî'nin yazı­mının sekiz-on yıl sürdüğü ve 666 (1268) tarihinde sona erdiği söylenebilir (Safa, III/1, s. 464). Eserin yedi cilt olduğuna inanan İsmail Ankaravî ise VII. cildin 670'te (1271) kaleme alındığını belirtir. (Mecmûatü'l-Letâif, VII, vr. 3b).

Hüsâmeddin Çelebiye irticalen yazdırılan Mesnevî'de muhteva ve şekil açısından sistematik bir yöntem takip edilmemiştir. Eserde Mevlânâ'nın telif sürecinde bazan sabaha kadar söylediği ve Hüsâmeddin Çelebi'nin bu yüzden uykusuz kaldığı (I, beyit 1807-1809), acıkıp bir şeyler yediği sırada ilham kaynağının bulandığı (I, beyit 3990-4003) gibi hususlar anlatılır (IV,beyitl094,1645,3817). Hüsâmeddin Çelebi, Mevlânâ'nın Mesnevî'yi yazdırırken hiçbir kitaba müracaat etmediğini, eline kalem almadığım, med­resede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram'da aklına ne geldiyse söylediği­ni, kendisinin de bunları hemen zaptettiğini, hatta yazmaya yetişemediğini söyler. Ba­zen geceli gündüzlü birkaç gün hiç durmadan söylediğini, bazen aylarca sustuğunu be­lirtir. Bu durum, ilâhî hakikatlere dair mânaların insân-ı kâmilin ayna mesabesinde olan kalbine daimî bir surette tecelli edip bazı anlarda dilden taşmasına (feyiz) işaret eder.

Mesnevî'nin her cildi tamamlandığında Mevlânâ'ya okunmuş (mukabele), Mevlânâ düzeltilecek yerleri bizzat Hüsâmeddin Çelebi'ye yazdırmış (Ahmed Eflâkî, II, 329), yaptığı hizmetten dolayı ciltlerin muhtelif yerlerinde onu "Hak ziyası, sâmînâme, ruh cilâsı, nazh ve nazenin varlık" gibi lakaplarla anmış (I, beyit 428, 1149, 3998, II, beyit 3, III, beyit 14, IV, beyit 1, VI, beyit 183) ve eseri kendisine ithaf etmiştir (VI, be­yit 3). Mevlânâ cilt başlarındaki Arapça dibaceleri her cildin bitiminden sonra, kırmızı mürekkeple yazıldığı için '"surh" denilen başlıkları da her cilt bitimindeki okumalar esnasında yazdırmıştır. Eflâkî, Hüsâmeddin Çelebi dışında Mesnevi yazmakla görevli kâtiplerin de bulunduğunu (Osman b. Isâ el-Mevlevî, Sultan Veled) kaydeder. Sahih Ahmed Dede, Sultan Veled'in VI. cildin sonundaki üç kardeş hikâyesinin yarım kaldığı­nı Mevlânâ'ya hatırlattığım ve hikâyeyi kendisinin tamamlayarak Mesnevî'ye ek­lediğini aktarır (Mevlevîlerin Tarihi, s. 188). Ancak Sultan Veled'in zeylinde de hikâye­nin bitmediği görülmektedir.

Mevlânâ, kendisini tasavvufî mesnevi geleneği içinde Senâî ve Attâr çizgisinin bir devamı olarak görür ve bu ikisi hakkında övücü ifadeler kullanır. Mevlânâ'nın, sohbet­lerinde Senâî'nin Hadîka'sından sıkça iktibaslarda bulunan şeyhi Muhakkık-ı Tirmizî'nin yolunu takip ettiği ve bu sebeple üzerindeki Senâî etkisinin Attâr'a kıyasla daha fazla olduğu söylenebilir.

Mesnevî'yi şiir söylemek amacıyla telif etmeyen Mevlânâ'nın poetikasında şiir, düşüncelerini anlatmak için bir aletten öteye geçmez; hatta şiiri küçümseyen ifadeler kullanır, mânanın şiire sığamayacağını, harfin lâyıkıyla mânaya suret olamayacağını belirtir. Şüri mânayı tasvir eden suret olarak görür, ancak sûretsiz mânanın zuhur edemeyeceğini de vurgulayarak (I, beyit 296, 1528) tasavvufî mânaların şiir şeklinde söylenmesini uygun bulur ve bu anlamdaki şiiri yüceltir (IV, beyit 1188).

Mesnevi aruzun remel bahriyle (fâilâtün fâilâtün fâilün) yazılmıştır. Mevlânâ Mesnevî'nin lafız, vezin, şiir ve hikâyeden (suret) ibaret bulunmadığını, asıl amacın mânanın muhataba ulaştırılması olduğunu söyleyerek (O mânadır, faulün fâilât değil; VI, beyit 160) surete takılıp kalınmaması için uyarılarda bulunmuş, surete takılanların mânadan nasip alamayacağını, mânadan nasip alanların ise bunu suret vasıtasıyla gerçekleştirdiğini belirtmiştir.

Muhteva: Mevlânâ, her cildin başına yazdırdığı dibacelerde eserin konu ve muh­tevasını genel anlamda ortaya koymuştur. I. cildin dibacesinin ilk cümlesi olan, "Mes­nevi dinin usûlünün usûlünün usûlüdür" ifadesinde üç defa geçen "usûl" kelimesini Mesnevi sarihlerinin çoğu şeriat, tarikat ve hakikat olarak yorumlamıştır. Mesnevi bu asıllar zinciri içerisinde ve asıllar birbirini gerektirmesi üzerine temellendirilmiştir. Bu açıdan Mesnevî'nin asıl konusu din ve dinin üç temel dayanağı olan amel (şeriat), hal (tarikat) ve hakikattir. Hakikati elde etmek amel ve hâli gerektirdiği gibi amel ve hâlde anlamım hakikatten alır. Bu mânada hakikati elde etme aslının bilgisini konu edinen Mesnevi de bu bilgiye (keşfi bilgi) ulaşma yolları olan ameller (şer'î dimler) ve hâllere dair bilgiler de (sülük ilmi) hakikat bilgisi (ilm-i ilâhi) bağlamında ele alınmış­tır. Abdest, Namaz, Oruç gibi amellerin neticesinde kazanılan tasavvufî haller, bunlar da hakikat denilen Hakkin bilgisi ya da tahakkuk eden dâhî ilim bağlamında açıklan­mıştır. Dolayısıyla Mesnevi, ilm-i ilâhî olan tasavvufun asıl konusu vücûd ve vücûdun zuhur mertebelerinden (merâtib-i vücûd), insân-ı kâmil ve Hakk'a vuslat yollarından (sülük ve mertebeleri) bahseden bir eserdir. Nitekim Mevlânâ, Mesnevî'nin vuslat ve yakîn sırlarını keşfetme konusunda sâlike rehber (burhan) olduğunu söyler. Mes­nevî'nin tarikat yoluna girenlerin mürşidi olduğunu, sâliklerin bütün mertebelerinin onun içinde dercedildiğini, görünüşte şiir ise de baştan başa tevhidin sırrı, Kur'an ve Hadisin tefsiri, hakikatlerin özü olduğunu kaydeden Sipehsâlâr'ın ifadeleri (Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 22) ilk dönemde Mesnevî'nin nasıl değerlendirildiğini göstermesi ba­kımından önemlidir.

Mevlânâ'nın dini bir bütün olarak konu edinmesi sebebiyle muhteva ve üslûp ba­kımından Mesneviyi Kur'ân-ı Kerîm'e benzetmesi ve onu çeşitli Kur'an sıfatlarıyla tav­sif etmesi, bazı Mesnevi münekkitlerinin yanlış anladığı gibi Mesnevi ile Kur'an arasın­da lafzî boyutta bir müştereklik kurulduğu şeklinde değerlendirdmemelidir. Mesnevi, Kur'an ile aynı kaynaktan gelen mutlak mânayı açıklayan ve küllî mânadan pay alan mânadır (mağz-ı Kur'an). Mevlânâ, Mesnevî'yi Kur'an'ın bâtın mânalarını keşfeden remiz ve işaretleri te'vil ve tahkik eden (Keşşâfü'l-Kur'ân) bir kitap olarak da tanımlar. Eser bu açıdan manzum bir işârî tefsir olarak görülebilir, içerdiği hikâyelerin bir açıdan muhtevasının yansıtan yaklaşık 950 başlığın elli küsurunu âyetlerin, elli üçünü hadisle­rin oluşturması bu hikâyelerin nasslarla temellendirildiğinin kanıtıdır.
Mevlânâ, Mesnevî'nin "bişnev" (dinle!) hitabıyla başlayan ilk on sekiz beytinde varlığın zuhuru konusunu işleyerek klasik tasavvufî mesnevi geleneğini takip eder. Sarihler "bişnev" kelimesindeki "be" harfinin öncelikle besmeleye ve varlığın zuhurunun başladığı hakîkat-i Muhammediyye mertebesine işaret ettiğini, zuhur eden dâhi haki­katlerin daha çok işitmekle elde edileceğini, Mesnevî'de ayrıntılı biçimde anlatılan ta­savvufî düşüncenin ilk on sekiz beyitte özet olarak ifade edildiğini belirtirler. Bu beyit­lerde hakîkat-i Muhammediyye mertebesinden başlayıp bütün vücud mertebelerinden geçerek insân-ı kâmilde son bulan vücudun zuhuru keyfiyeti mecazi bir dilde anlatmıştır. Konu vücudun aslında bir olduğuna, onun da Hakkın varlığından ibaret bulunduğu düşüncesine dayanmaktadır (VI, beyit 3773-3775). Hakkin vücudu isim, sıfat ve fiilleri vasıtasıyla mertebeler halinde zuhur eder; zuhur süreci insân-ı kâmil mertebesinde kemâle ulaşır. İnsân-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed'dir. Diğer peygamberler ve velder dereceleri ne olursa olsun ona niyâbeten insân-ı kâmildir. Mevlânâ bu düşüncesini ney (insân-ı kâmil) ve neyistan (kamışlık) mecazları­na dayanarak anlatır.

Mesnevî'deki tasavvufî düşüncenin temelini suret (zahir) ve mâna (bâtın) ilkesi oluşturur. Mevlânâ'ya göre dış görünüşler âlemini meydana getiren bu dünyadaki şey­ler (suver-i dâhiyye) dâhî isimlerden ibaret olan hakikatlerin tecelligâhıdır (I, beyit 3330-3333, II, beyit 1020-1026). Allah'ın isim ve sıfatlarının tezahürleri olan ilâhî haki­katler suret kazanarak bu âlemde taayyün eder. İlâhî hakikatler veya mânalar Allah'ın âleme olan nisbetleridir (II, beyit 1103, 3679-3680; III, beyit 3635-3638; IV, beyit 1665-1669, 3692-3696; VI, beyit 73-83, 3172-3178). Mutlak-küllî açıdan mâna olan Allah (el-ma'nâ hüvallah) âlemdeki bütün cüz'î şeylerle irtibatını ilâhî mânalarla sağlar; her şeye mânasını veren Odur. Dolayısıyla şehâdet alemindeki cüz'î şeylerin mânalarını (a'yân-ı sabite) bilmek için suretin ötesine geçmek gerekir (I, beyit 685-689). Sûret-mâna ikilisi eserde güneş-gölge (VI, beyit 4747), deniz-köpük, Mecnûn-Leylâ (V, beyit 3288), çiçek-meyve (I, beyit 2930) gibi istiarelerle anlatılır. Suret ve mâna irtibatı varlık-yokluk ilişkisine delâlet eder (I, beyit 602-603; II, beyit 1280-1282; V, beyit 350; VI, beyit 59, 3712). Mesnevî'de halk (şehâdet) âlemi sözkonusu olduğunda varlık kelimesi mekânda bulunan suret, yokluk ise mekansız olan mâna iken emir (gayb) âleminde varlık mâna, yokluk ise surettir (I, beyit 602-603). Suret ile mâna arasındaki bu çift kutuplu ilişki in­sanın varlığa dair bilgi edinmesinde şüpheye düşmesine sebep olabilir. Şüpheden kur­tulma ise sadece surete yönelik olan taklidi bilginin ve istidlali akla dayanan felsefî bilginin ötesine geçilip mânaya dair yakînî bilginin (hakka'l-yakîn) tahkikiyle sağlanır (IV, beyit 1960-1967, V, beyit 459-463). Tahkikte ruhun taalluk ettiği ezelî istidat belir­leyicidir. Çift kanatlı kuş mecazıyla temsil edilen suret ve mânayı birlikte kavrayan insanın hakikate ulaşması ancak dm-i ilâhî ile tahakkuk eder (III, beyit 1510-1515). Bu açıdan bilginin mutlak anlamda kaynağı Allah'tır (V, beyit 2587-2588). Allah'ın sureti üzere yaratılmış olmasından dolayı dâhi tabiata sahip her insanın hem ontolojik hem epistemolojik açıdan Allah'la irtibatını sağlayan onun bu dâhi tabiatıdır. Fakat bu dâhi tabiatın insana kazandırdığı Allah'a dair bilgi izafîdir (II, beyit 1720-1815).


Eserin on dokuzuncu beytinde, "Ey oğul, bağı kopar!" hitabıyla insân-ı kâmil ol­manın ön şartının bir suretten ibaret sayılan dünyaya dair ilgileri terketmek (zühd) olduğu ifade edilir ve yola (tarikat) koyulmanın gerekliliği belirtilir. Mevlânâ'ya göre insanın yola başlaması, yolda olması ve hakikati bulunan a'yân-ı sabitesine vuslatı an­cak aşk ile mümkündür (I, beyit 19-34). Aşk bütün dâhî ve beşerî fiillerin kaynağı, sâiki ve gayesidir (I, beyit 10; V, beyit 2746-2749). Asıl vatanından uzaklaşan insanın tekrar vatanına dönüş yolculuğu (seyr-ü sülük), bu yolculukta karşılaşacağı haller, duraklar (makamât), onu yolculuğundan alıkoyacak şerrin kaynağı olan nefsin hileleri (II, beyit 2603-2793), bu hdeler karşısında kâmil bir mürşidi yolda rehber edinmenin zarureti ve her hâl-ü kârda takınılacak tavır olarak edep (I, beyit 78-85, IV, beyit 771-778), hakiki ve sahte şeyhlik (III, beyit 685-697), mürşid-mürid ilişkisi (II, beyit 1462-1560) gibi konular bütün hikâyelerde anlatılmıştır.

Hikâyelerde konunun temel unsurlarını insanın fiil, tecrübe ve müşahedeleri oluşturur. Hakiki failin Allah olduğu, cebir-irade söz konusu edildiğinde insanın Al­lah'ın isim, sıfat ve fiillerinden ibaret ilâhî hakikatlerin zuhuru için bir mazhar sayıldığı, hayır-şer bağlamında hayrın mutlak, şerrin nisbî olduğu hükmü sık sık vurgulanır (IV, beyit 65-69). Sosyal düzlemde Moğol saldırılarıyla karşı karşıya kalan insanın, şer olan nefsini tezkiye edip hayır olan ruhuyla irtibat kurduktan sonra olayların mahiye­tinin farkında olacağı belirtilir.
Sûret-mâna ilkesi uyarınca suret sûfîlerinin zahirî alâmeti olan abayı giymediğini söyleyen Mevlânâ (Dîvân-ı Kebîr, VII, 601) suret sûfîlerini ve kendisini sûfî gösteren riya ehlini şiddetle kınar. Sûfîlerin çok azının doğru yolda bulunduğunu, geri kalanın tamah ehlinden olduğunu açıkça söyleyerek (Mesnevi, II, beyit 532-534) melâmetî neşveye sahip bulunduğunu ifade eder.

Üslûp ve Şekil Özellikleri: Mesnevî'nin muhtevası bir bütünün küçük birer parçası olan temsilî hikâyeler vasıtasıyla muhataba aktarılır. Hikâyeler insana içinde yaşadığı manevî gerçekliği kavrama konusunda yol gösterir. Vakıaya uygunluk, olması gerekeni işaret (irşad) ve itibarîlik Mesnevi hikâyelerinin üç temel özelliğidir. İlk hikâyenin başında, "Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyin. Gerçekte bizim hâlimizi anlatır


MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ (ö. 672/1273)

Mevleviyye tarikatının kurucusu, Mutasavvıf, âlim ve şair.

6 Rebîülevvel 604'te (30 Eylül 1207) Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi (Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 22; Eflâkî, I, 73). Öte yandan Dîvân-ı Kebîr'deki bir şiirinden hareketle (III, 49) Şems-i Tebrizî ile buluştuğunda (642/1244) altmış iki yaşında olduğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği ileri sürülmüşse de (Gölpınarlı, Ş.M. III [1959], s. 156-161), Hellmut Ritter bu iddiayı geçerli bulmamıştır (El [ing.]< II, 393). Mevlânâ, Mesnevî'nin girişinde ismini Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı, Celâleddin'dir. "Efendimiz" anlamındaki "Mevlânâ" ünvanı, onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. "Sultan" mânasına gelen Farsça "Hudâvendigâr" unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle "Belhî" olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu'ya nisbetle "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî" ve müderrisliği sebebiyle "Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm" gibi unvanlarla da zikredilmektedir.
Eserlerinde verdiği bazı bilgiler dışında Mevlânâ ve çevresiyle ilgili bilgiler büyük ölçüde oğlu Sultan Veled'in Ibtidânâme'si (Velednâme), müridlerinden Ferîdûn-i Si-pehsâlâr'ın Risâle'si ve torunu Ulu Arif Çelebi'nin müridi Ahmed Eflâkî'nin Menâkıbü'l-Arifîn'e dayanır. Eflâkî'nin çağdaşı Abdülkâdir el-Kureyşî el-Cevâhirü'l-Mudıyye adlı Hanefi ulemâsına dair eserinde onunla ilgili kısaca verir. (III, 343-346). İbtidânâme'deki bilgiler, birinci elden olmakla birlikte kısa ve özlüdür. Birçok hususta en ayrıntılı bilgileri içeren Eflâkî'nin eserinde ise bazı abartı, çelişki ve hatalar mevcuttur.

Mevlânâ'nın eserlerinde, soyuna dair bilgi bulunmamaktadır. Risâle-i Sipeh­sâlâr'da. Mevlânâ'nın babası, Bahâeddin Veled'in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği be­lirtilmekte ve el-Cevâhirü'l-Mudıyye'de Hz. Ebû Bekir'e varan şecere kaydedilmektedir. Eflâkî ve sonraki müelliflerden Abdurrahman-ı Câmî ile Devletşah da onun Hz. Ebû Bekir soyundan geldiğini kaydeder. Öte yandan Eflâkî, Bahâeddin Veled'in bir sözüne dayanarak onun soyunun anne tarafından Hz. Ali'ye ulaştığını söyler (Menâkıbü'l-Arifin, I, 75). Türklüğü ile ilgili tartışmalar ise son döneme ait olup büyük ölçüde, "Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk'tür" şeklindeki rubaisi çerçevesinde cereyan etmiş, şiirdeki Türk kelimesiyle ırkî mensubiyetin kastedildiğini savunanların yanında bazıları kelimenin burada farklı anlamlara geldiğini, bir kısmı da bununla Türk ırkına ruh yakınlığının kastedildiğini ileri sürmüştür.

Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled, Belh'e yerleşmiş bir ulemâ ailesine men­suptu ve "sultânü'l-ulemâ" unvanıyla tanınmıştı. Sipehsâlâr'a göre tarikat silsilesi Ah­med el-Gazzâlî'ye ulaşan Bahâeddin Veled'in Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın müridi olduğu da kaydedilmektedir. Eflâkî'ye göre Bahâeddin Veled'in annesi Hârizmşahlar hanedanından Alâeddin Muhammed Hârizmşah'ın kızıdır (a.g.e., I, 7-9). Daha eski bir kaynak olduğu halde Risâle-i Sipehsâlar'da yer almayan bu rivayetin Eflâkî'nin hayal ürünü olduğu ileri sürülmüş ve müellifin daha sonra Bahâed­din Veled'in, Sultan Alâeddin Hârizmşah'ın torunu olduğuna dair hiçbir şey söylemedi­ğine dikkat çekilmiştir (a.g.e., II, 1252 [neşredenin notu]). Yine Eflâkî'ye göre, Yunan felsefesini benimsedikleri için Fahreddin er-Râzî ve Zeyn-i Kîşî gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Hârizmşah Alâeddin Muhammed'i vaazlarında ağır şekilde eleştiren Bahâeddin Veled'in (Ma'ârif, I, 82) yöneticiler ve ulemâ ile arasının açılmasını fırsat bilen karşıtları onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla isyan hazırlığı içinde bulun­duğunu ileri sürmüşler, bunun üzerine Hârizmşah Alâeddin Muhammed ondan ülkeyi terketmesini istemiş (Menâkıbü'l-Ariftn, I, 12-13), o da ailesiyle birlikte Belh'ten ayrıl­mak zorunda kalmıştır. Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Bahâeddin Veled'in hükümdarla arasının açılmasından sonra ülkeden çıkarılması kararında Fahreddin er-Râzî'nin hususî gay­retleri olduğunu belirtmekteyse de (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 12-13) Eflâkî'nin kaydettiğine göre Bahâeddin Veled, Belh'ten Fahreddin er-Râzî'nin vefatından en az üç yıl sonra 609'da (1212-13) ayrılmıştır (Menâkıbü'l-Arifin, I, 16). Mevlânâ bu sırada beş yaşında­dır. Sultan Veled ise Bahâeddin Veled'in ülkeden çıkarılması kararına temas etmeksi­zin Belh halkından incindiği için aldığı mânevi işaretle Hicaz'a gitmek üzere şehri terkettiğini ve henüz yolda iken Belh'in Moğollar tarafından istilâ edildiğini belirtir (Ib-tidânâme, s. 240). Reynold Alleyne Nicholson ve Hellmut Ritter, Bahâeddin Veled'in sırf Moğollar'dan kaçmak için Belh'i terkettiğini ileri sürmüşlerse de (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, s. 16; İ.A. III, 54) kaynaklarda bu yönde bir kayıt yoktur.

Bahâeddin Veled'in Hicaz yolculuğuyla ilgili olarak Ferîdûn-i Sipehsâlâr ile Eflâ­kî'nin verdiği bilgiler birbiriyle uyuşmamaktadır. Mevlânâ'nın babası müridleri ve ailesiy­le birlikte yol üzerinde bulunan şehirlerde bir müddet konaklayıp sonunda Bağdat'a ulaşmış, orada Şehâbeddin es-Sühreverdî tarafından karşılanmış, Bağdat'tan Küfe yoluy­la Hicaz'a gitmek üzere iken Moğolların Belh'i işgal ettiği haberim almıştır (Menâkıbü'l-Arifin, I, 15-20). Horasan şehirlerinin Moğollar tarafından 617 (1220) ydında istilâ edildiği bilindiğine göre Bahâeddin Veled'in Bağdat'ta bu tarihte bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Eflâkî'nin yolculuğun daha sonraki safhaları hakkında verdiği tarihler bu bilgiyle çelişmektedir. Eflâkî, Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan dönerken Şam'a uğradığını, 614'te (1217) Malatya'ya, 616'da (1219) Sivas'a geldiğini, daha sonra Erzincan üzerinden Akşe­hir'e geçerek kendi adma yaptırılan medresede dört yıl ders okuttuğunu, oradan Lâren-de'ye (Karaman) gittiğini, burada da adma yaptırdan medresede en az yedi yü müderris­lik yaptığını, ardından Sultan Alâeddin Keykubad'm daveti üzerine Konya'ya yerleştiğini belirtir. Ayrıca Mevlânâ'nın onyedi veya onsekiz yaşında iken Lârende'de Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ'nın kızı Gevher Hatun'la evlendiğim, 623'te (1226) Sultan Veled'in, bir yü sonra da diğer oğlu Alâeddin'in dünyaya geldiğini kaydeder (a.g.e., I, 22-29, 48, 303). Eflâkî'nin ifadesinden, Mevlânâ'nın Lârende'deki medresede yedi yddan fazla süren eğitimini tamamlayıp evlendiği anlaşılmaktaysa da bu onun hem evlilik yaşı hem de ço­cuklarının doğum tarihiyle uyuşmamakta, verdiği tarihler Lârende'ye yerleştikten bir ya da iki yıl sonra evlendiğini göstermektedir. Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hatun, Lâren­de'de vefat etmiş, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevîhânesi inşa edilmiştir.

Ferîdûn-i Sipehsâlâr ise Mevlânâ'nın Konya'ya geldiğinde on dört yaşında olduğunu be­lirtmiştir (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 14-15). Buna göre Bahâeddin Veled'in 618 (1221) ydmda Konya'ya geldiği anlaşılmaktadır. Sultan Veled ise hiçbir ayrıntıya girmeden Bahâeddin Veled'in Hicaz'dan Rûm diyarına geldiğini ve Sultan Alâeddin Keykubadin onu Konya'da ziyaret ettiğini kaydetmekle yetinmiştir (ibtidânâme, s. 241-242). Öte yandan Mevlânâ'nm Fîhi mâ Fîh adlı eserinden Hârizmşah'ın Semerkanti kuşatması sırasında orada olduklarının anlaşdması, yolculuk sırasında ise önce Semerkant'a gittiklerini gös­termektedir. Ayrıca Bahâeddin Veled'in yol üzerinde bulunan Nîşâbur şehrine uğradığı, burada Feridüddin Attâr'ın kendüerini ziyaret ettiği ve tasavvufî mesnevisi Esrârnâme 'yi Mevlânâ'ya hediye ettiği belirtilmektedir (Câmî, s. 460; Devletşah, s. 193). Devletşah'a göre bu görüşmede Feridüddin Attâr, Mevlânâ için babasına, "Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır" demiştir. Hellmut Rit-ter, Feridüddin Attâr'ın o tarihlerde muhtemelen hayatta olmadığını belirterek bu bu­luşmayı şüpheli görmüşse de (LA III, 53) Attâr'm 618 (1221) yılına kadar yaşadığı bilinmektedir (DİA. IV, 95).
Mevlânâ, ilk hanımı Gevher Hatun'un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali'nin kızı Kira (Kerrâ, Gerâ) Hatun'la evlendi. Dul olan ve Şemseddin Yahya adında bir de çocuğu bulunan bu hanımdan Emir Muzafferüddin, Âlim Çelebi ve Melike Hatun dün­yaya geldi.
Bahâeddin Veled, Konya'da Altınapa (Altunaba/Altunpâ) Medresesi'nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîülâhir 628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat etti. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ (Eflâkî, I, 29, 32, 48) babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı. Ertesi yıl Mevlânâ'nın çocukluğu şurasında terbiyesiyle meşgul olan, Bahâeddin Veled'in müridlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tir-mizî şeyhini ziyaret etmek için Konya'ya geldi, ancak burada şeyhin öldüğünü öğrendi (Sultan Veled, s. 244-246). Seyyid Burhâneddin'in daha önce şeyhinin vefatmdan ha­berdar olduğu, rüyasında Bahâeddin Veled'in kendisine oğlunu irşad etmesini söylediği için Konya'ya geldiği de kaydedilmektedir (Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 120. Eflâkî, I, 56-57). Seyyid Burhâneddin Konya'ya gelince Lârende'de bulunan Mevlânâ'ya mektup ya­zarak onu Konya'ya çağırmış, buluştuklarında babasının hem zahir hem hâl ilimlerinde kâmil bir şeyh olduğunu, kendisinin zahir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hâl ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'e mürid olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir (a.g.e., I, 57). Eflâkî, Seyyid Burhâneddin'in buluştuklarından bir yü sonra Mevlânâ'yı zahir dinilerinde daha da ilerlemesi için Şam'a gönderdiğini söyler. 630 (1233) yılında gerçekleştiği anlaşılan bu seyahat sırasında Seyyid Burhâneddin, Konya'dan Kayseri'ye kadar Mevlânâ'ya refakat etmiş, Mevlânâ buradan Halep'e gitmiş, Seyyid Burhâneddin ise geri dönmeyip Kayseri'nin yöneticisi Sâhib Isfahânî'nin yanmda kalmıştır. Mevlânâ, Halep'te Hallâviyye Medresesi'nde aynı zamanda şehrin yöneticisi olan Kemâleddin İbnü'l-Adîm'den ders almıştır (a.g.e., I, 77). Sipehsâlâr onun İbnü'l-Adîm'den birkaç medresede ders okudu­ğunu belirtmiş (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 30) ancak bunların adını zikretmemiştir. Ardın­dan Şam'a geçerek Mukaddemiyye Medresesi'ne yerleşen Mevlânâ'nın (Eflâkî, I. 81) Halep'te ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Eflâkî onun Şam'da dört ya da yedi yıl ika­met ettiğinin söylendiğini belirtmişse de (a.g.e., I, 77, 81) Bedîüzzaman Fürûzanfer, Şam'dan döndükten sonra Seyyid Burhâneddin'in (ö. 639/1241) henüz hayatta olmasını dikkate alarak Mevlânâ'nın bu şehirde dört yıldan fazla kalmasının mümkün olamaya­cağını deri sürmüştür. (Mevlânâ Celâleddin, s. 60). Mevlânâ'nın Arap Düi ve Edebiyatı, Lügat, Fıkıh, Tefsir ve Hadis gibi ihmler başta olmak üzere aklî ve naklî dünlerden icazet aldığım söyleyen Sipehsâlâr onun Şam'da Muhyiddin Ibnü'l-Arabî, Sadeddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhaüddîn-i Kirmânî ve Sadreddin Konevî de uzun müddet sohbet ettiğini belirtir (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 24-25, 30).

Eflâkî, Mevlânâ'nın Şam'dan Kayseri'ye döndüğü sırada Sâhib İsfahânî'nin ken­disini sarayında misafir etmek istediğini, ancak Seyyid Burhâneddin'in buna razı olma­dığını, ilmide babasım geçtiğini söyleyip "ledün üminden inciler saçması için" halvete girmesi gerektiğini belirterek onu hazırladığı bir hücreye koyduğunu ve peşpeşe üç er­bain çıkarttırdığını, ardından birlikte Konya'ya gittiklerini, Seyyid Burhâneddin'in bu­rada ona irşad için icazet verdikten sonra Kayseri'ye döndüğünü ve burada vefat ettiği­ni, Mevlânâ'nın onun kabrini ziyaret edip tekrar Konya'ya gittiğini kaydeder (Menâkı-bü'l-Arifin, I, 81-84). Sultan Veled ise Mevlânâ'nın Seyyid Burhâneddin'e dokuz yıl hizmet ettiğini, mânâ âleminde gönüllerinin birleştiğinden dolayı sözde, özde ve sırda bir olduklarını, Burhâneddin'in bu dünyadan göçmesiyle Mevlânâ'nın tek başına kaldı­ğını, Allah'a yönelip yanıp yakılarak, dertlere düşerek beş yıl riyazet çektiğini, sayısız kerametleri zuhur ettiğini, bu arada irşad faaliyetinden geri durmayıp halka vaaz ver­meyi, çoğu ulemâ ve yönetici kesiminden olan müridleriyle sohbet etmeyi sürdürdüğünü anlatır (İbtidânâme, s. 247-248).

Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'in vefatından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı (a.g.e., s. 249). Dönemin pirleri tarafından "Tebriz'li Kâmil" olarak isim­lendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (Uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâfın hizmetinde bulunmuş, ardmdan birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Bir görüşe göre Rükneddîn-i Sücâsî'ye, bir başka görüşe göre ise Baba Kemal Cendî'ye de mürid olmuştu. Câmî, adı geçen şeyhlerin hepsiyle görüşmüş olma ihtimalinden söz etmektedir (Nefehât, s. 464-465). Eflâkî, Şemsin Kon­ya'ya 26 Cemâziyelâhir 642 (29 Kasım 1244) tarihinde geldiğini söyler ki (Menâkıbü'l-Arifin, I, 84; II. 618) bu, Sultan Veled'in verdiği bilgiyle hemen hemen aynıdır. Eflâkî'nin kaydettiği tarih. Şems-i Tebrîzî'nin sözlerinden derlenen Makâlât'ta da bu­lunmaktadır (Konuşmalar, I, 132). Makâlât'ta, "Beni velilerinle tanıştır." diye dua et­mesi üzerine rüyasında, "Seni bir velîye yoldaş edelim." denildiğini, onun nerede oldu­ğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak tanışma vaktinin henüz gelmediğinin söylendiğini anlatan Şems ile Mevlânâ arasında ilk karşılaştıkları sırada geçen konuşmanın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsâlâr, bir gece Konya'ya gelip Pirinççder Hanı'na yerleşen Şems-i Tebrîzî'nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevî etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ'nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şemsin söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmî'nin, Hz. Peygamber'in kavunu nasıl yediğini bil­mediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Kendimi teşbih ederim, şanım ne yücedir!"; "Cübbemin içinde Allah'tan başka kimse yoktur!" gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed'in ise, "Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim!" dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder. Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd'in kâmil velîlerden olmakla birlik­te çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem'in ise her gün yetmiş makam geçtiğim, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o ka­darla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ de kucaklaşmıştır (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 126-127).

Eflâkî'ye göre ise Şems-i Tebrîzî, Konya'ya geldiğinde Şekerciler Hanina yerleş­miş, Mevlânâ, ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerinde giderken, Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı, Muhammed hazretleri mi bü­yüktü yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?" diye sormuş, Mevlânâ, "Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velîlerin başıdır." diye cevap verince Şems, "Peki ama o, 'Seni teşbih ederim Allah'ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik' dediği halde Bâyezîd, 'Benim şanım ne yü­cedir. Ben sultanların sultanıyım!' diyor" demiş, bunun üzerine Mevlânâ, "Bâyezîd'in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Hâl­buki Hz. Muhammed'in susuzluğu arttıkça artıyordu. O'nun göğsü, Allah tarafından açılmıştı (İnşirah Sûresi, 94/1). Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geç­miş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gitmişlerdir (Menâkıbü'l-Arifin, I, 86-87; II, 618-620).

Olayı, Eflâkî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir ri­vayet aktarır: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek: "Bun­lar nedir?" diye sormuş. Mevlânâ: "Bunlar kil ü kâl'dir." diye cevap verince, "Senin bun­larla ne işin var?" diyerek kitapları havuza atmış, ardından Mevlânâ'nın tepkisi üzerine onları tekrar toplamış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlânâ: "Bu nasıl sırdır?" diye sorunca Şems, "Bu zevktir, hâldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiş­tir (Nefehât, s. 465-467).

Devletşah’ın Tezkire'sinde (s. 196-197) Şemsin sorusu, "Mücâhede, riyazet, ilim tahsdi ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlânâ buna: "Sünnet ve şeriat edeplerini bilmektir." cevabını verince Şems, "Bunların hepsi zahire mütealliktir" de­miş. Mevlânâ'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da: "ilim odur ki insanı malûma ulaştırır." diyerek Senâî'nin, "Cehalet, seni senden almayan bir ilim­den daha kıymetlidir!" anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlânâ bundan çok etki­lenmiş ve bu olayın ardından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.

Eflâkî'nin çağdaşı, Abdülkâdir el-Kureyşî karşılaşmanın Mevlânâ'nın evinde ger­çekleştiğini belirtir. Mevlânâ, öğrencileriyle birlikte bir meseleyi müzakere ederken Şems içeriye girer ve yanlarına oturur. Bir müddet sonra kitapları işaret ederek Mevlânâ'ya: "Bunlar nedir?" diye sorar. O da: "Sen bunları bilmezsin." diye cevap verir. Ardından kitapların arasında bir ateş belirir. Mevlânâ telâşlanarak: "Bu ne hâldir?" deyince Şems: "Sen de bunu bilmezsin" diyerek çıkıp gider {el-Cevâhırü'l-Mudıyye, III, 345). Öte yandan yukarıdaki kaynaklardan tamamen farklı olarak İbn Battûta'nın kay­dettiği, tasavvufî hiçbir incelik taşımayan olayın gerçek dışı olduğu söylenebilir (Seya­hatname, I, 323).
Eflâkî'ye göre bu karşılaşma Mevlânâ'nın Şems ile ilk karşılaşması değildir. Daha önce tahsil için gittiği Şam'da dolaşırken Şems-i Tebrîzî başında külahı ve keçeden si­yah elbisesiyle Mevlânâ'nın yanına gelip elini öpmüş ve, "Dünyanın sarrafı, beni anla!" dedikten sonra kalabalığa karışıp gitmiştir (Menâkıbü'l-Arifîn, I, 82). Eflâkî bir başka yerde bu olayı Şems ile Mevlânâ'ınn yerlerini değiştirerek anlatır (a.g.e., II, 618).
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kes­miş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems de sohbet ederek geçirmeye başlamış, bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerin­den ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems'e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlânâ'nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayıl­ması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlânâ'yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini farkeden müridlerin Mevlânâ'dan özür diledikleri kaydeddmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğre­nen Mevlânâ dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır (gazel tarzında yazmış manzum Arapça ve Farsça dört mektup metni için bk. Eflâkî, II, 701-703). Bu mektup­lardan ilkinin tarihi 21 Şevval 643 (11 Mart 1246) olduğuna göre {a.g.e., II, 630) Şems Konya'da on altı ay kadar kalmıştır.

Eflâkî, Mevlânâ'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindibarî" de­nilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külah geçirip üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler {a.g.e., I, 88-89). Si­pehsâlâr onu semâ yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 128). Sultan Veled, daha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlikte Konya'ya döndüklerini belirtir (Ibtidânâme, s. 59-60; ayrıca bk. Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 131-132; Eflâkî, II, 695-696). Mevlânâ de Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Musa'nın peygamber olmasına rağmen Hızır'ı araması gibi Mevlânâ'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems'i aradığını söyler (Ibtidânâme, s. 48).

Mevlânâ ile Şems, bu defa Mevlânâ'nın medresesindeki hücresinde altı ay bo­yunca mârifetullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddîn-i Zerkûb'dan başkası giremiyordu (Eflâkî, II, 691). Bu arada Şems, Mevlânâ'nın evlâtlığı Kimya Hatunla evlendi (Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 133). Müridler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled'e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlânâ'dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kim­senin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı (Sultan Veled, s. 62, 64). Şems-i Tebrîzî'nin bu ikinci kayboluşunun 645 (1247) yılında olduğu belirtilmektedir. Eflâkî, Şems kaybolmadan önce kendisine suikast teşebbüsünde bulunulduğunu söyler. Şems, Mevlânâ de sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerinden biri, Şems'in dışarıya çıkmasını istemiş, Şems de Mevlânâ'ya: "Beni öldürmek için çağırıyorlar!" deyip çıkmış, o anda Şems'e bir bıçak saplanmış. Şems şiddetli bir nâra atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiştir (Menâkıbü 'l-Ârifin, II, 684). Eflâkî suikastçıların içinde Mevlânâ'nın oğlu Alâeddin'in de olduğunu, bu sebeple diğerleri gibi onun da bir belâya uğrayıp öldüğünü ve Mevlânâ'nın oğlunun cena­zesine katılmadığını belirtir. Sipehsâlâr ise Mevlânâ ve Şems'in Sultan Veled'e daha fazla ilgi göstermeleri sebebiyle Alâeddin'de kıskançlık başladığını, ayrıca Şems Kimya Ha­tunla evlendiği sırada kış olduğu için Mevlânâ'nın kendilerine mutfağın sofasını tahsis ettiğini, Alâeddin babasının yanına geldiğinde buradan geçmek zorunda kaldığından dik­katli ve saygılı olması hususunda Şems'in onu uyardığını, bunu hazmedemeyip tepki gös­teren Alâeddin'in durumu halka anlatmasının dedikoduların artmasına sebep olduğunu belirtmekle yetinmiştir (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 133).

Eflâkî, Şems-i Tebrizî'yi hiçbir yerde bulamayan Mevlânâ'nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler (Menâkıbü'l-Arifîn, II, 687). Sultan Veled, Şems'in ikinci defa kaybolmasının ardından babasnın aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden semâ yaptığım belirtmektedir {ibtidânâme, s. 65, 69). Mevlânâ bir müddet sonra Şemsi bulmak umuduyla Şam'a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır (a.g.e., s. 71, 73-76). Bedîüzzaman Fürûzanfer'e göre Mevlânâ, bu dönemde tam dört defa Şam'a yolculuk yapmıştır (Mevlânâ Celâleddin, s. 117). Eflâkî, onun üçüncü gidişi sırasında müridlerle ilgilenmesi için yerine Hüsâmeddin Çelebiyi bıraktığını ve Şam'da yaklaşık bir yıl kaldığını, Rum sultanı başta olmak üzere ileri gelen âlim ve yöne­ticilerin Anadolu'ya dönmesi için mektup yazmaları üzerine geri geldiğini kaydeder (Menâkıbü'l-Arifîn, II, 698-699). Eflâkî'nin aktardığı diğer rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülüp cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sultan Veled'e rüyasında atıldığı kuyuyu bildirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu kuyudan çıkarıp Mevlânâ'nın medresesine, medresenin mimarı Emîr Bedreddin'in yanına defnetmiştir (a.g.e., II, 700-701). Eflâkî'nin kaydedip daha sonra Câmî'nin de zikrettiği diğer bir rivayete göre ise Şems'in kabri, Bahâeddin Veled'in yanındadır. Devletşah, Şemsi, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddin'in öldürdüğüne dair halk arasında bir söylentinin yayıldığını, ancak bunun ke­sinlikle doğru olmadığını ifade eder.

Sultan Veled, Mevlânâ'nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb'a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini an­latır (Ibtidânâme, s. 79-81). Kuyumculukla meşgul olan Selahaddin, gençliğinde Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmîzî'ye, ardından Mevlânâ'ya intisap etmiş (Eflâkî, II, 705), Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı (Ferîdûn-i Si-pehsâlâr, s. 134-135). Mevlânâ bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı. Selâhaddin'in cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil sayılmadığını söyleyen bir kısım müridler daha da ileriye gidip onu gizlice öldürerek bir yere gömmeyi planladılarsa da sui­kast önlendi (Sultan Veled, s. 87-88, 92; Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 137-138). Mevlânâ da Şeyh Selahaddin hilâfet makamına geçtikten sonra eski dostlarından Çavuşoğlu'nun ona düşman olduğunu belirtmek suretiyle müridlerin kıskançlığına işaret etmektedir (Fîhi mâ Fîh, s. 89). Mevlânâ, Selâhaddîn-i Zerkûb'un kızı Fatma Hatun'u oğlu Sultan Veled'e alarak aralarında akrabalık bağı oluşturdu. Selâhaddîn-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Mevlânâ, hilâfet makamma müridlerinden Ibn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsâmeddin Çelebi'yi geçirdi. Sultan Veled, babasının Şems-i Tebrîzî'yi güne­şe, Selâhaddîn-i Zerkûb'u aya, Hüsâmeddin Çelebi'yi de yıldıza benzettiğini ve onu me­leklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder (Ibtidânâme, s. 143). Mesnevî'nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi'nin teşvikiyle olmuştur. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi'nin hilâfet makamına geçişinden Sultan Veled'e göre on (a.g.e., s. 153), Sipehsâlâr'a göre dokuz (Risâle-i Sipehsâlâr, s. 190, 197) yıl sonra rahatsızlanarak 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık 1273) tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tammlaması sebebiyle ölüm gününe "şeb-i arûs" (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anıla gelmiştir. Sultan Ve­led, Mevlânâ'nın cenazesine her din ve mezhepten çok kalabalık bir insan topluluğunun katıldığını, Müslümanların onu Hz. Muhammed'in nuru ve sırrı, Hıristiyanların kendi­lerinin İsa'sı, Yahudilerin de kendilerinin Musa'sı olarak gördüklerini söyler (Ib­tidânâme, s. 153). Eflâkî'ye göre Mevlânâ, cenaze namazını Sadreddin Konevî'nin kıl­dırmasını vasiyet etmiştir (Menâkıbü'l-Ariftn, II, 593). Sipehsâlâr, namazı kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada Sadreddin Konevî'nin hıçkırıklarla kendinden geçtiği­ni, bu sebeple namazı Kadı Sirâceddin'in kıldırdığını belirtmektedir (Risâle-i Si­pehsâlâr, s. 116). Mevlânâ'nın ardından Hüsâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geçmiştir.

Mevlânâ'nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten in­sanlar semâ meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte onun, dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi vardı. Ancak Mevlânâ bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürmüş, yöneticilerin aralarındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmeme­ye özen göstermiştir. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Keykâvus, Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı izzeddin, Emir Bedreddin Gevhertaş, IV. Kıhçarslan, Muînüddin Pervane, Mecdüddin Atabeg, Emînüddin Mikâil, Tâceddin Mu'tez, Sâhib Fahreddin, Ale-müddin Kayser, Celâleddin Müstevfî, Atabeg Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nûreddin, doktoru Reîsül-etibbâ Ekmeleddin en-Nahcuvânî kendisine büyük saygı ve bağlılığı olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne'nin eşi Gürcü Hatun, IV. Kılıçarslan'ın eşi Gömeç (Gumaç) Hatun da onun müridleri arasında bulunuyordu.

Moğollar'la ilgili bazı açıklamaları sebebiyle Mevlânâ'nm Moğol sempatizam ol­duğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Hâlbuki Mevlânâ'nın Moğollar'la ilgili görüşleri olayları tasavvufi perspektiften ele alıp yorumlamasından ibarettir. Mevlânâ bu çerçevede bir yandan dönemin bu büyük gücünün yükselişini izah etmekte, öte yandan yaptıkları zulümleri dile getirerek uzun ömürlü olamayacaklarını söylemektedir. Onun bütün hadiseleri yorumlayışının temelinde en olumsuz durumlarda bile olumlu yönlerin ve gelişmelerin olabileceği anlayışı yatmaktadır. Nitekim Mevlânâ'nın öngördüğü şekil­de Konya'yı kuşatan Moğol kumandanı Baycu, şehre saldırmamış ve Moğollar daha sonra Müslüman olmuştur.

Mevlânâ'nın Fahreddîn-i Irâki ile yakın dostluğu vardı. Irâkî, Konya'da Sadreddin Konevî'nin derslerini takip ettiği sırada Mevlânâ'nın semâ törenlerine katılmaktaydı. Mevlânâ'nın Sadreddin Konevî ile ilişkilerinin ilk zamanlar iyi olmamakla birlikte giderek düzeldiği, başlangıçta semâa muhalif olan Sadreddin Konevî'nin daha sonra bu tavrından vazgeçtiği ve Mevlânâ de dost olduğu görülmektedir. Mevlânâ'nın onun bazı derslerine katıldığı rivayeti kesin değildir. Mevlânâ ile görüşüp sohbet edenler arasında Kübreviyye'nin kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ'nın halifesi Necmeddîn-i Dâye, Haydariyye'nin kurucusu Kutbüddin Haydar'ın halifesi Hacı Mübarek Haydar, Sa'dî-i Şîrâzî, Kutbüddîn-i Şîrâzî, Hümâmüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.

Düşüncesi

Mevlânâ, kâmil mânada âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. Çocukluğunda babasının yanında başladığı öğrenimini gittiği Halep ve Şam'da sürdürmüştür. İlk tasavvufî eğitimini de yine babasından almıştır. Sultânül-ulemâ lakabıyla tanınan babası Bahâeddin Veled'in Kübreviyye'nin kurucusu Nec­meddîn-i Kübrâ'nın halifesi olduğu söylendiği gibi Ahmed el-Gazzâlî'den gelen tarikat silsilesinden hilâfet aldığı da belirtilmektedir. Mevlânâ, babasının ölümünden sonra herkesin gönlünden geçenleri bildiği veya Şems-i Tebrîzî'nin geleceğini bildirdiği için "Seyyid-i Sırdan" diye andan halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî tarafın­dan irşad edilmiştir. Sipehsâlâr'ın "Fahrü'l-Meczûbîn" diye kaydettiği lakabından coş­kun bir sûfî olduğu anlaşılan Seyyid Burhâneddin'in ardından Şems-i Tebrîzî ile karşı­laşması Mevlânâ'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturur. Mevlânâ, Şems'in Kon­ya'ya gelmesinden sonra vaazlarını, medresedeki dersleri, müridleri irşadı bir yana bırakmış, ilâhî aşk ve vecdi terennüm eden asıl Mevlânâ bu dönemde doğmuş, önceleri aşkı takvasında gizli iken takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı Kebîr'deki şiirlerin büyük bir kısmını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Kebîrin ta­mamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İslâm kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mesnevi takip etmiştir.
Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur'an ve Sünnet'tir. "Canım te­nimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım..." beytiyle bunu dile getirmiş, "Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca dur­duğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum." diyerek bir Müslüman ola­rak insanlığı kucaklayabildiğim belirtmiştir.

Rıza Kulı Han'ın 1863 yılında Tahran'da bastırdığı divanda (Divân-ı Şemsü'l-Hakaik; bu eser Midhat Baharî Beytur tarafından Divân-ı Kebir'den Seçme Şiirler adıyla Türkçe'ye çevrilerek üç cilt halinde yayımlanmıştır [Ankara 1965]) ve 1884'te Hindis­tan'da yayımlanan Külliyyat-ı Şems-i Tebrîzi’de bulunan bazı şiirler dolayısıyla Mevlânâ'nın gulât-ı Şia'dan olduğu ileri sürülmüştür.

Mevlânâ üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin etkisi olup olmadığı tartışılmıştır. Bazı araştırmacılar Mevlânâ ile İbnü'l-Arabî'nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklin­de takdim ederken bazıları İbnü'l-Arabî'nin yüksek irfan sahiplerine hitap eden görüş­lerini Mevlânâ'nın anlaşılır kıldığını, böylece halkın seviyesine indirdiğini belirtmiş, bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.

Mevlânâ'ya
cultureSettings.RegionId: 0 cultureSettings.LanguageCode: FR