Hobbes’un büyük İngiliz felsefecisi olması olgusu Hobbes’un kendisinden daha dikkate değer bir olgudur. Şu nedenlerle: Hobbes —
1) Avrupa’da düşünen her insanın despotizme başkaldırmaya başladığı bir dönemde Kralların Saltık Yetkeciliğini savunmayı sürdürdü;
2) Yalnızca cisimsel/özdeksel şeylerin varlığını kabul ederek, ve aynı zamanda Tanrının varlığını da kabul ederek, Tanrının da cisimsel olduğunu ileri sürdü; benzer olarak
3) İnsan ruhu da “doğal bir cisim” olduğu için, ‘etik’ dediği şeyi ‘fiziğin’ bir alt dalı saydı;
4) Bir materyalist olduğu için, ve bu bakış açısından etik ‘fiziğin’ bir dalı olduğu için, devleti de bir ‘cisim,’ ama ‘politik cisim’ olarak gördü;
5) Uslamlamayı yalnızca Adların bir “dir” koşacı yoluyla bitiştirilmesi olarak, bir hesaplama işlemi (toplama ve çıkarma) olarak gördü;
6) İlk gerçeklikleri (belitler) ADları saptayanlar tarafından keyfi olarak belirlenen önermeler olarak gördü.
John Locke da bir “felsefeci” idi. Felsefenin a priori doğasını reddederek başladı. Tüm bilgeliğini beş duyularına borçlu olduğuna, kavramlarının boş bir tablet olan anlığın üzerine duyular aracılığıyla basıldığına inandı. Ve her nasılsa bu yolda üretilen ‘evrensellerin’ (adsal özlerin) hiç kuşkusuz şeylerin kendilerinin (olgusal özler) değil ama düşüncelerin ve sözcüklerin bir yüklemi olduğunu, bilginin gerçek varlık ile ilgisiz ve yalnızca düşüncelerimiz arasındaki bir ilişki olduğunu, “deneysel felsefe”de tanıtılama ya da gerçeklik ile ilgilenilmediğini, doğal bilimin hiçbir zaman bir bilim olamayacağını, dahası, “pekala kendi varlığımızdan bile kuşku duyabileceğimizi” belirtti. John Locke daha sonra Batı düşünme tarihinde sürekli olarak yinelenecek bir ayrıksılığın, kendini bilimin her dalında gösterecek bilinçli irrasyonalizmin ön habercisi idi.
Ne Platon’da, ne Aristoteles’te, ne de modern Descartes’ta felsefe üzerine öğrenecek hiçbirşey bulamayan Locke düşünce tarihinde aşağı yukarı etnik bir gelenek gibi birşeyin, bir analitik geleneğin başlatıcısı oldu. Onun örneğini izleyerek, İngiliz Görgücülüğü olarak bilinen akım ‘yararcı etik’ denilen etik-dışı kuramı geliştirdi. 17’nci yüzyılda “Carolina’nın Temel Anayasası”nın (The Fundamental Constitutions of Carolina) yazarı John Locke’dan başkası değildi. Bugün de okullarda liberalizmin babası olarak öğretilen John Locke’un bu anayasası, “bir özgürlük kurumu” olan bu anayasa kölelik kurumunu yasallaştırdı. Hıristiyanlık kölelik ile bağdaşmasa da, Locke'un anayasası bağdaşır, kölelerin Hıristiyanlığa dönmelerine karşın köleliklerinin sona ermesine izin vermez.
Locke'un ünü bu tür “dışsal” noktalara dayanamaz. Bunlar kuramcılığı “ilgilendirmeyen” önemsiz şeylerdir. Locke'un önemi David Hume’un dört dörtlük görgücülüğüne, sonra Bentham’ın yararcılığına, sonra James’ın pragmatizmine, sonra analitik geleneğe, sonra mantıksal atomizme, sonra mantıksal pozitivizme, sonra mantıksal görgücülüğe, sonra sıradan dil “felsefeciliğine,” sonra sıradan olmayan dil felsefeciliğine vb. götüren yolu açmasında yatar.
— Aziz Yardımlı