İstanbul… Derin izler bırakan, meftunu olunan bir şehir. Şehir kelimesi yetersiz, kendi başına bir diyar, bir tarih, bir sevda… Bazen altı şiir üstü ney, bazen altı otuz vapuru çayla simit, bazen altlı üstlü yaşanan, bol koşuşturmalı, telaşlı bir şehir… Altı üstü İstanbul. Martılarıyla, erguvanlarıyla, “yedi tepe”si, “altın” toprağıyla, minaresiyle, çanıyla, sinogoguyla, barışıyla savaşıyla… İstanbul’un kendisi bir sevda, “kelimelerin kifayetsiz” kaldığı bir güzellik…
Pera ya da Beyoğlu derler, bu güzelim İstanbul’un ele geçirilemez, gem vurulamaz ruhuna. İstanbul’da ilk gelenler Beyoğlu’na götürülür; İstanbul’u gezmeye tam kalbinden, merkezinden başlanır. Pera, ruhudur İstanbul’un. Sıra sıra kafeleri, çayhaneleri, pastaneleri, sinemaları, kitapçıları ile. Bunlardan geriye ne kaldı sahi? Bir de meyhaneleri… Mey-hane deyip geçmek mümkün mü? Şimdilerde İstanbul’un her köşesinde bir meyhane bulmak zor olmasa da, hakiki meyhaneler İstanbul kültüründen azade değildir. Bilakis meyhanelerde İstanbul’un kişisel tarihi yazılır, hesaplar kapatılır, hikâyeler anlatılır, kimler kimlerle buluşur. Meyhane, İstanbul gecelerinin en kıdemli tanığıdır.
Aret’in Yeri ise son yıllarda meyhane denince akla ilk gelenlerden. Aret Silahlı, Aret’in Yeri’nde kişisel tarihinden bahsederken, okuru İstanbul’da bir gezintiye çıkarıyor. Feriköy, Sefaköy, Eminönü, Ortaköy derken, okur kendisini Beyoğlu’nda bir rakı masasında buluyor. Aret’in Yeri, İstanbul’un bir zamanlar en güzide buluşma mekânlarından biri olan geleneksel meyhanelere ait kültürün nasıl değiştiğini, hatta yok olmaya yüz tuttuğunu anlatıyor. Aret’in Yeri İstanbul kokuyor, umutlu, keyfi yerinde bir İstanbul…
n
n
(Tanıtım Bülteniden)
n