Sürekli bir şeyler kırılır.
Bardaklar, tabaklar, tırnaklar…
Yaşamdaki işlevlerini artık yerine getiremez hale gelirler. Arabalar, verilen sözler, patates cipsleri. Hepsi un ufak olur. Buzu kırabilirsiniz; dalgaları da öyle; ses çatlar, sessizlik bir anda paramparça olup dağılır. Yürekler kırılır; umutlar da öyle. Zaman ortadan yarılıverir; insanlar molalar alırlar, hapse girip yaşamdan bir süreliğine koparlar; günler yarılır, tekdüzeliğinden sıyrılır ya da tam tersi aydınlık gidiş birden tersine döner. Zincirler kırılır, sessizlik kırılır, bağlılıklar, sadakatler kırılır.
Yaşamdaki birçok şey kırılgandır.
En çok da yaşamın kendisine yönelik akit kırılgandır.
Kırık dökük bir hayatın içinde Osteogenesis Imperfecta hastalığıyla dünyaya gelen bir bebek: Cam çocuk Willow.
Sayısız kırıkları sarmaya çalışan bir anne: Charlotte.
Buz gibi görünümü altında parçalanan bir baba: Sean.
Kardeşinin kırıkları altında ezilen bir diğer kız: Amelia.
Ve Charlotte’nin biricik arkadaşı ve doktoru: Piper.
Buzun üstünde gezinen bu karakterlerin etik ve kişisel kararlarla ilgili söyleyecek çok sözü olacak.
Jodi Picoult Cam Çocuk’ta bir kez daha edebi dehasıyla son derece kaygan bir zeminde önemli ve kışkırtıcı sorulara yanıt arıyor.
Picoult kestirilemez bir ihtişamla yazıyor.
Stephen King
Picoult abartılması güç derecede iyi yazıyor.
Financial Times
Picoult sıcak konulara parmak basmakta üstatlaştı, hatta kâhin seviyesine geldi.
Bizi doğru ve yanlış üzerine düşünmeye zorlayışı karşısında afallamamak imkânsız.
The Washington Post
(Tanıtım Bülteninden)