Allah'ın Arslanı Hazreti Hamza
Ebubekir Subaşı
Çelik Yayınevi
- Dil: TÜRKÇE
- Sayfa Sayısı: 268
- Cilt Tipi: Karton Kapak
- Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
- Boyut: 13 x 21 cm
Giriş
Mekke’nin o eşsiz saadet devrinin arifesinde sâkinleri içinde en heybetli yiğitlerinden biri şüphesiz Hamza idi. Tabiat olarak, avı ve macerayı, yiğitliği sever, durgun bir hayattan hiç hoşlanmazdı. Av dönüşü Kâbe’ye kavuşmak, onu tavaf etmek ayrı bir haz verirdi ona. Nedendir bilinmez, içinden bir şeyler kopar, yüreğindeki yağlar erirdi tavaf ederken.
Hamza’nın bu avdan dönüşteki tavaf manzarası görmeye değerdi, zira dağlara baş eğmeyen bir yiğit olan Hamza’nın bu mütevazı tavrı onun kadar yiğitliği olmayan başkalarına nispetle daha da değerli oluyordu. Çünkü hayatında zaten başı eğik gezenlerin Kâbe önünde baş eğmeleri o kadar dikkat çekici olmazdı, ama Hamza öyle değildi; böylesine dağları bile ensesinden bağlayıp assalar eğilmeyecek olan bu dik baş, Kâbe önünde nasıl da hürmetle eğiliyordu.
Ancak bu defa başka bir şey olmuştu; Allah huzurunda eğilmeyi reddeden Ebû Cehil ve avanesi, Hamza’dan iyi bir tokat yiyerek eğilmez zannettikleri dik başlarını, Kâbe’nin Rabbi huzurunda başını eğen bir yiğidin kahramanlığı, cesareti ve hatta öfkesi karşısında eğmişlerdi; ne garip bir tecelli ve hellip; Hamza’nın ırzı, namusu ve şerefi için bedel olarak veremeyeceği maddî ve mânevî hiçbir şeyi zaten yoktu.
Ancak onun bunlardan da öte yüce bir gayesi, davası da olacaktı. Şimdi o; yaratılmış varlıkların tamamından üstün olan Peygambere ve onun tevhid davasına her şeyini adamaya hazır bulunuyordu.
Önsöz
Tabiatın en parlağından antik taş boyalarıyla boyanma mevsimi, İstanbul’da, günün, ayın, mevsimin ve senenin her ânında doyumsuzluk derecesinde alımlı, çalımlı ve güzeldir. Karanlığın yüzünü şimşek şimşek yırtarak yeniden renklendiren güneş kendi henüz görünmediği halde, ufukta tatlı bir meyille direklenerek yükselen habercilerini gönderirken, gökyüzü pul pul savatlarından sıyrılan ve gittikçe menevişlenerek parlayan bir atlas kumaşın parlak elvanını andırıyordu.
İşte sevgi ve sıcaklığın hisli mekânları, yuvalar kuşları, hürriyetin remzi kuşların gergin kanatları göğü, boşlukta çırpınarak uçan narin kanatlı rengârenk kelebekler çiçekleri, derin ve ince hissiyatın sessiz tercümanı çiçekler yaprakları, en hararetli havalarda güneşe inat, yaş ve serin kalabilen yapraklar dalları boyanma cümbüşüne davet ediyorlar.
Sabahın doğuş vakti; kendisini kovalayan güneşin dünkü nal izlerinde yer yer toprağın terinden nasibini almış, dalgalı gümüş beyazı bulutlardan süzülerek yükselmeye başlamıştı. Serin huzmelerini gösterdikten kısa bir müddet sonra hayat veren tesirleriyle en sonunda şefkatli sıcaklığıyla birlikte arz-ı endam eden nâzenîn güneş, süslü taşlarla bezeli dantelalar ormanında padişahlığını yeniden ilan ediyordu. Hatta kendisini büyük bir debdebe ve nümayişle karşılamaya hazır bekleyen âşıklarının hepsine birden göz kamaştırıcı yaldızlı fırçasıyla saykal vurup parlatarak, göz kamaştırıcı saltanatının mührüyle hepsini bir kere daha damgalıyordu.
Dünkü gecenin düğmeleyip kapattığı bir sonbahar gecesi, şimdi gündüz güneşinin açmaya zorladığı bir gelin duvağı gibi safha safha açılmakta ve mâh cemalini gündüz şeklinde göstererek haberini getirdiği saltanatın ihtişamlı nuruyla engin ruhlara dolmaktaydı. Dereler, tepeler bulutların arasından yağan nur çağlayanlarına gülümseyip kucak açarlarken, sonbaharın sarı kuşlukları; kışın beyaz öğlenlerini ve baharın yeşil ikindilerini hatta yazın erguvan akşamlarını hasret ve melal erbabına, hayal âleminden efsunla karıştırıp perî-sûretiyle mest ederek, en kıymet bilir cevelângâhı olan mekânın aynasında aksederek hatırlatıyordu.
Evet, evet; İstanbul... Hafif dalgalı denizin, azametli tarihin seslerini yâd eden sûrun ve hasret yaralarına derman yetiştiren mavinin ihtişamında eteklerini yayıp oturarak, sere serpe çiçek açan bir güzeli andırıyordu. Yer ve göğün desen desen fırçaları bu tuvalin rengîn rengine revnak verirken; bir tarafta gökten her saat daha da kuvvetlenerek gelen ışıklar sığ denizinde ıslanıyor, diğer tarafta deryaların buharı gökte kurumaya başlıyordu. Fakat bu alabildiğine debdebeli ve tantanalı inkılâp en hassas gülün yaprağını bile incitmiyor; mahir, fakat görünmez bir el, delicesine akan zaman nehrini kalaylı bir bakır leğende şekil vererek uslandırıp parlatıyordu.
Koca tabiattaki bu dalgalanmalar bir bal arısının kırılmış iğnesini, örümcek ağının ince iplikleriyle sarıp bağlamanın sevdasında sessiz maharetini gösterirken, bu velveleler âleminin her zerresinde, gözlere görünmeyen ama ruhlara hayat veren kıyametler kopuyordu. Ey kâinatın sahibi, ey maddeye ruh, ruha hayat, hayata kuvvet, kuvvete satvet ve ona da devamlılık veren sonsuz kudret! Senin âşıkların bu tecelliye nasıl ve neyle tahammül edecekler...
Akşama doğru kızıl akşam güneşi ‘bugün’ denen maziyi ‘dün’ denen mezara gömerken, sessizce kayarak girdiği türbesine kızıl bir tülbent bağlamayı ihmal etmeden elveda demişti. Akşamın serinliği yeni bir gecenin tahtına kurulup, giden günün üzerine siyah bir tül çekerek yas elbiselerini giymiş, hüzünlü bir sultan gibi üzerine oturuvermişti. Sanki gariplere yol gösteren çoban yıldızı ile büyük ayı, zaman denen seli yakalayıp bir kasnağa germiş ve kendi nakışlarını semâ denen gergefte gurbet yolu gözleyen kızlar gibi işlemeye dalmışlardı. Dağlar ise, karanlığın koynundaki bir çocuk ağzında yeni yeni çıkmaya başlayan, ama dişsiz denebilecek çenesinde sert bir eti çiğnemeye çalışır gibi deniz dalgalarının terennümünde rüzgârın ricasını kırmadan, hayalde hayal meyal sessizce hareket eder gibiydiler.
Çini kâselerin işlemeli bakır tepside çın çın ötüşünde, gelip giden bardak ve çanakların, yıkanan cam eşyanın çınlayarak öttüğü, ulu çınarın altında sandalye ve masaları serili, Boğaz’ın hemen kenarında kurulu bir mekânda birkaç dost ve arkadaş oturmuşlar, bu cennet gibi manzaranın koynunda tadına doyulmaz bir sohbete ve hasretle yâd edilen eski hatıralara dalmışlardı. Bir aralık söz dönüp dolaşmış ve sanata gelmişti. Dünyada filmcilik hususunda başarılı olan milletlerden söz açıldı, kendi kendini ifade edemeyen milletlerin düşünce ve hayatlarını anlatan çalışmaların olmadığından, onlara da kendini anlatabilme şansı verilmediğinden, ancak böyle bir fırsatı kimseye başkalarının vermeyeceğinden bahsedildi. Önünde öfkeli bir engerek gibi sert tıslamalar çıkararak kaynayan semaverden bir bardak çay alan orta yaşlarda bir şahıs, ocağın içine düşen kebabı eliyle alır gibi çayını alıp karıştırdıktan sonra uzunca bir yudumu bardağından löpürdeterek emercesine çekip aldı ve dedi ki:
"Ne yazık ki bizde çok geç kalınmış ve çok zamandır ihmal edilmiş çeşitli şeyler var, ben şahsen çok büyük bir mirasın sahipleri olarak bizim bu ihmallerimize üzülüyor ve hatta kahroluyorum. Biz ne yazıkki millet olarak her sahada hep uyuduk, başkaları da bize döşek serdiler ve üzerimizi ölü toprağıyla örttüler, hep kendimizden habersiz yaşadık."
Arkadaşlarından biri onun bu tenkidini biraz insafsız buldu:
"Neden kendine ve bize bu kadar haksızlık ediyorsun?"
Çayından bir yudumu daha derin pişmanlığı olanların hallerindeki ‘eyvâh'ı hatırlatarak çekti ve biraz daha dikelerek devam etti:
"Asla haksızlık değil bu, ben doğruyu söylüyorum; dünya milletleri arasında tarihleri bizim kadar uzun, renkli ve ihtişamlı, zaferler ve acı tecrübelerle dopdolu kaç millet gösterebilirsin?! Ama gel gör ki, yabancı filmler ve ‘popüler kültür’ dedikleri, kelimelerinden bile nefret ettiğim bu şey, ne bizlerde beyin bıraktı, ne de çocuklarımızda milli bir his. Allah aşkına, bizim bu hususlarda hiç mi kabahatimiz yok?!"
Bir başkası hafifçe doğrularak onu tasdik etti:
"Tamamıyla doğru söylüyorsun; Batı’nın cinli, şeytanlı, perili, tütsülü filmleri yavrularımızın zihinlerindeki safiyeti bozdu, içinden çıkılmaz soru işaretlerini oralara yerleştirdi, biz de bu manzarayı tiksinmemize rağmen seyrederken, yavrularımızın körpe dimağları heder oldu. Şimdi hepimiz bu mesuliyet duygusunu kalbimizin en ince noktalarına kadar hissetmeli; kendimize, özümüze, milletimize ve tarihimize dönmeliyiz. Bunu başaramazsak, bizler biz olarak yaşayamayız artık."
Bir şeyler ortaya koymak yerine tüketmeyi seven ve o zamana kadar söze karışmayan biri sakız gibi yayılarak yapıştığı yerden doğrularak itiraz eder gibi sordu:
"Böyle yapınca ne olacak sanki, madalya mı takacaklar, kim takacak!? Çalışana yer yok bu ülkede."
Boş ve aymaz bir itiraza filozof edasıyla cevap geldi:
"Büyük ve mühim şeylerin çok mânileri olur, bu duvar gibi görünen örümcek ağlarını aşmamız gerek artık. Meselâ Doğu milletlerinin birlik ve kardeşliğini işleyen, insaflı Ermeniler’in bizleri haklı ve adaletli bulduğunu ve bu aziz milletin tarihinde katliam gibi utanç verici bir hadisenin olmadığını anlatan kaç film çektik? Meselâ Araplarla bin seneden fazla oldu ki beraberiz, güya iki ayrı millet gibi görünmemize rağmen, her zaman beraber olmuşuz ve hiçbir büyük meydan savaşında karşılaşmamışız. Peki soruyorum müşterek duyguları ifade eder bir film olarak neyimiz var? Ya bizden sonra bir türlü aradıkları mutluluğu bulamayan balkan milletleri, yakın tarihte güzel ilişkilerimizin bulunduğu Doğu Avrupa'nın unutulmuş ülkesi Romanya? Bir millet elindeki cevherden bu kadar mı habersiz olabilir?!’’
Diğer biri onu destekledi:
"Doğru söylüyorsun, maalesef İslâmiyet sonrası tarihi beraber yaşadığımız milletlerle, bu kadar uzun ve samimi beraberliğe rağmen, bir tane bile müşterek bir tarih kitabımız, filmimiz veya elle tutulur bir çalışmamız yok. Olanlar da büyük yaraya derman olamayan şahsî gayretler... Halbuki bu işlere önayak olacak kaynaklar çoğunlukla bizdedir."
Saçlarının çoğu, zaman denen rüzgârda savrulup gitmiş, biraz bedbîn olduğu her halinden belli, kara kuru, beyaz saçlı olan da şöyle dedi;
"Niye uğraşalım ki; kısa yoldan, kadın bedeni üzerinden hareketle biraz aşk, biraz ihtirasla karışık intikam duygusunu paslı bir mikserde bol miktarda makyaj malzemesi ve boyalarla karıştırınca; al sana bedavadan dizi veya film. Seyredin milletim, sakın uyanmayın, nenize lâzım sizin başka şeyler?! Arkadaşlar, bunca yıldır esassız ve hedefsiz, içinde fikrin, felsefenin, aklın olmadığı, mâneviyâta düşman, maddeden habersiz şeyler yaptık, halkı da kendimize benzettik, vesselâm..."
Dolgun vücutlu ve kravatlı olan da başka bir açıdan ele aldı:
"Ben de meseleye biraz ticarî açıdan bakıyorum; eğer biz elimizdeki malzemeye uygun eserler yapabilseydik, Amerikalılardan çok daha fazla para kazanırdık. Ama yaptığımız işler her bakımdan ne yazık ki İranlıların bile gerisinde kaldı."
"Gerçekten kazanır mıydık?"
"Asla mübalağa değil, bakınız, ibret dolu bir hatıramı anlatayım: Ben altmışlı yıllarda Mısır’da bulunduğumda oraya İstanbul fethi üzerine çekilmiş bir Türk filmi gelmişti. Başıma geleceği biliyordum, ama öylesine bir göreyim dedim; fakat, ne yazık ki yanılmadım, o filmdeki basitlik beni kahretmişti. Yalnız o sinemadaki insanları bir görmeliydiniz; bir ezan sesi, bir Osmanlı taarruzu Müslüman Mısırlılar’ı ayağa kaldırıyor, ıslıklar çaldırıyordu. Sinemada Hıristiyanlar da vardı tabii, onlar da sinemanın diğer tarafına geçmişler, çan sesleri gelince aynı şeyleri yapıyorlar, hatta Müslümanlar’la karşılıklı olarak birbirlerine sataşıyorlardı."
Sen ne yaptın peki?
"Ne yapayım, ben de o seyretmeye gelenleri seyrettim, hatta ne yalan söyleyeyim, benim de içimden bir şeyler koptu da gözlerim yaşardı."
Herkes duygulanmıştı, bir hanım bardağım bitirinceye kadar konuşulanları dinledi ve sonra onu bir kenara koyarak dedi ki:
"Vallahi, ben de bu işe böyle bakmamıştım. Şimdi anlıyorum ki, biz bu hususta gerçekten büyük bir boşluk ve eksik bırakmışız. Fakat artık zaman, oturup dövünme zamanı değildir. Terk ettiğimiz işe ne kadar erken başlarsak, kârdır."
"Önce güzel bir mevzu bulalım."
"Filmini yaparsak dünyada birçok milletin sahip çıkacağı bir şey olabilir. Meselâ Hazreti Peygamber’in amcası Hamza... Bir filmde görmüş ve tesirinde kalmıştım. Konu Hamza değildi, ama en fazla öne çıkan oydu. Zira hem Müslüman oluşu ve hem de şehidliği insanlara tesir etmişti."
"Olur mu, ne derler sonra?!"
Umursamaz bir tavırla cevap verdi:
"Ne derlerse desinler efendim; yabancılar şimdiye kadar biz Doğu ve Müslüman milletlerin müştereklerine dair çok şey yaptılar, kimse onları kınadı mı? Biz bile kendi yapmaktan kaçındığımız filmleri onlar yapınca, takdir ettik. Adamlar dünyanın malını götürdüler hatta... Sanki petrolden, ilaçtan ve teknolojiden götürdükleri yetmezmiş gibi... Biz kendi tarihimizi kendimiz yapınca mı laf işiteceğiz? Hem de yapan yapar, konuşan sadece konuşur, mühim olan iyiyi ve doğruyu başarmaktır."
Hanım bu fikrine destek bulmuştu:
"Bana göre de Hamza konusu iyi, derhal bu hususta gerekli malzemeyi hazırlayalım."
"Nasıl bir malzeme?"
"Senaryo haline gelebilecek roman tarzına yakın bir çalışma meselâ, şöyle ifadeleri edebî olsun, o zamanki Arap tarihini ve yaşayışını bilen biri tarafından çalışılmış olsun."
Az önceki bedbîn adam sevinçle dedi ki:
"İşin orasını bana bırakın, siz geri kalanı halledin ve hazırlanın. Tam sizin istediğiniz gibi bir çalışma çok yakında size gelecektir! Önümüzdeki sene bugün, yine burada toplanmak üzere ayrılalım. O zaman sizin önünüze öyle bir çalışmanın geleceğine dair söz veriyorum. Var mısınız gerçekten?"
Zamanın zembereği önce yaprak ve çiçeklerde kanı çekilerek sararıp soldu, rüzgârda savrulan gazellerin ardından kayıp yerlere düştü, sonra kar ve buzlu yağmur olarak soğuk zemine üşüyerek yağdı, erime başlayınca çamur olarak sağa sola sıçradı. Daha sonra çekirdek, tohum ve sümbüllerde yeniden haşrolup hayat buldu. Ve her şey taze bir baharla yeniden dirilip tazelendiğinde, zamanın sene denen dilimi tekrar kendi ibresini gösterdi. Bir sene dolduktan sonra aynı günde tekrar bir araya geldiler; hoş beşten, yiyip içmeden sonra, sıra Hazreti Hamza üzerine yapılan çalışmaya gelmişti. Hanım dedi ki;
"Evet, Arif Bey; bakın biz sözümüzde durduk, sizden ne haber?"
"Hazırlanan çalışmayı dinlemeye hazır mısınız?"
"Tamam, hazırız."
"Buyurun öyleyse..."